Okuduğumuzu Anladık Mı?
12:19
Gönderen: Erdal
İnsan beyni garip çok garip çalışıyor. Özellikle gördüklerini değerlendirme ve anlama aşamasında. Şimdi çok bilimsel araştırmalar yapıp konu hakkında çok bilgim olduğu için böyle bir yazıya girişmiyorum. Birşey okurken inanılmaz bir his kapladı beynimi ve bu yapıyı açıkça görmüş gibiyim.
Çok da ilginç bir yapı değil aslında, hayatımıza tamamen girmiş filtreleme ve yönlendirme mekanizmaları gibi çalışıyor. Tıpkı sadece mavi ışığı geçiren bir gözlük gibi o anda ne konuda bir düşünce sürecine giriyorsak o konuyla ilgili değerlendirme fonksyonları giriyor devreye. Eskiden çok renkli tükenmez kalemler vardı ya onlar gibi. Mavi ışık geldi, mavi uç çıksın...
Bazen bu mekanizma öyle bir yalama oluyor ki herşey karışıyor birbirine; ne yaptığını, bunun sonucunda ne olması gerektiğini değerlendiremiyor insan. Mesela eğitici bir düşünce sürecinde gerekli filtre ve yönlendirmeler çalıştırılmadığında alması gereken bilgileri alamıyor. Çok rastlıyorum bu duruma. Birşey okurken okuyup bitiriyorsunuz ancak sonunda aklınızda en ufak bir bilgi yok. İlkokul Türkçe kitaplarındaki “Okuduğumuzu Anladık Mı?” soruları cevapsız kalıyor. İnsan böyle durumlarda gerçekten aciz hissediyor kendisini. Neden bu dağınıklık?
Süreç ortada, düşüncenin izlediği yol takip edilebiliyor; ancak çözüm üretilemiyor. Hastalık ihtimalleri, o anki fiziki yetersizliklerin değerlendirilmesi, ve bir sürü değişken giriyor hesaplamalara. Çözümler üretilmeye çalışılıyor ancak bulunan şey sadece bahanelerden ibaret gibi geliyor.
Bahaneler çok zorlayıcı şeyler bir insan için. Sorunlarını halletmek için bazı çözümler bulur insan. Ancak bazen bu çözüm bulma aşamasında değişkenlerde takılır kalır. Az önce bahsettiğim “düşünce süreci” olgusunda olduğu gibi hastalık, vb. değişkenler çözüm yolunu tıkayıp bahanelerle başbaşa bırakıyor insanı. Bunun zorlayıcı yönü, insanın rahatlıkla problemlerinden sıyrılabileceği kanallar oluşturması. Çözüme ulaşmak bazen çok kolay olmuyor. Kimi zaman yoğun düşünce süreçleri ve çabalar sonucunda bir şeyler elde ediyor insan. Bu yorucu yolda bir kez bahanelerle duvarı görüp üzerinden atlamayarak geri dönen bünye sevmeye başlıyor bu süreci. Çözüm üretme yolculuğunun verdiği heyecanı çözümsüzlük içinde kıvranarak yok etmeden, “aşamayacağım bir engelle karşılaştım, ne yapabilirim ki?” gibi mantığa yatkın bir kaçış hamlesiye mutlu mesut geri dönüyor. Ancak bahaneler bu kadar sıklaştığında çözümsüz problemler artmaya başlıyor. Çözüm için uğraşmış olmanın verdiği rehavetin de kaybolmasıyla beraber kalkan sis perdesi, yığınlaşan sorunları seriyor gözler önüne.
Bahanelerin rehaveti mekanizmayı bozan temel etken gibi görünüyor. Daha doğrusu tamirini engelleyen. E , zaten başından beri aranan şey de bu mekanizmanın doğru çalışması değil mi? Büyük potansiyele sahip bir yapıyı arızalı arızalı kullanmaya devam etmek neden? O yüzden her ne olursa olsun çözüm sonuçlarının sonuna kadar gitmek lazım. Bu süreçte de “mekanizma” kullanıldığı için çok büyük aksaklıklar çıkıyor tabii, ama insan bunları aşabileceği araçlara sahip. Yazı, müzik, resim, sinema gibi araçlar yardımıyla bu bozuk mekanizma kendisini tamir etmek için kullanılabilir.
Çok da ilginç bir yapı değil aslında, hayatımıza tamamen girmiş filtreleme ve yönlendirme mekanizmaları gibi çalışıyor. Tıpkı sadece mavi ışığı geçiren bir gözlük gibi o anda ne konuda bir düşünce sürecine giriyorsak o konuyla ilgili değerlendirme fonksyonları giriyor devreye. Eskiden çok renkli tükenmez kalemler vardı ya onlar gibi. Mavi ışık geldi, mavi uç çıksın...
Bazen bu mekanizma öyle bir yalama oluyor ki herşey karışıyor birbirine; ne yaptığını, bunun sonucunda ne olması gerektiğini değerlendiremiyor insan. Mesela eğitici bir düşünce sürecinde gerekli filtre ve yönlendirmeler çalıştırılmadığında alması gereken bilgileri alamıyor. Çok rastlıyorum bu duruma. Birşey okurken okuyup bitiriyorsunuz ancak sonunda aklınızda en ufak bir bilgi yok. İlkokul Türkçe kitaplarındaki “Okuduğumuzu Anladık Mı?” soruları cevapsız kalıyor. İnsan böyle durumlarda gerçekten aciz hissediyor kendisini. Neden bu dağınıklık?
Süreç ortada, düşüncenin izlediği yol takip edilebiliyor; ancak çözüm üretilemiyor. Hastalık ihtimalleri, o anki fiziki yetersizliklerin değerlendirilmesi, ve bir sürü değişken giriyor hesaplamalara. Çözümler üretilmeye çalışılıyor ancak bulunan şey sadece bahanelerden ibaret gibi geliyor.
Bahaneler çok zorlayıcı şeyler bir insan için. Sorunlarını halletmek için bazı çözümler bulur insan. Ancak bazen bu çözüm bulma aşamasında değişkenlerde takılır kalır. Az önce bahsettiğim “düşünce süreci” olgusunda olduğu gibi hastalık, vb. değişkenler çözüm yolunu tıkayıp bahanelerle başbaşa bırakıyor insanı. Bunun zorlayıcı yönü, insanın rahatlıkla problemlerinden sıyrılabileceği kanallar oluşturması. Çözüme ulaşmak bazen çok kolay olmuyor. Kimi zaman yoğun düşünce süreçleri ve çabalar sonucunda bir şeyler elde ediyor insan. Bu yorucu yolda bir kez bahanelerle duvarı görüp üzerinden atlamayarak geri dönen bünye sevmeye başlıyor bu süreci. Çözüm üretme yolculuğunun verdiği heyecanı çözümsüzlük içinde kıvranarak yok etmeden, “aşamayacağım bir engelle karşılaştım, ne yapabilirim ki?” gibi mantığa yatkın bir kaçış hamlesiye mutlu mesut geri dönüyor. Ancak bahaneler bu kadar sıklaştığında çözümsüz problemler artmaya başlıyor. Çözüm için uğraşmış olmanın verdiği rehavetin de kaybolmasıyla beraber kalkan sis perdesi, yığınlaşan sorunları seriyor gözler önüne.
Bahanelerin rehaveti mekanizmayı bozan temel etken gibi görünüyor. Daha doğrusu tamirini engelleyen. E , zaten başından beri aranan şey de bu mekanizmanın doğru çalışması değil mi? Büyük potansiyele sahip bir yapıyı arızalı arızalı kullanmaya devam etmek neden? O yüzden her ne olursa olsun çözüm sonuçlarının sonuna kadar gitmek lazım. Bu süreçte de “mekanizma” kullanıldığı için çok büyük aksaklıklar çıkıyor tabii, ama insan bunları aşabileceği araçlara sahip. Yazı, müzik, resim, sinema gibi araçlar yardımıyla bu bozuk mekanizma kendisini tamir etmek için kullanılabilir.
Takıldım-dım-dım-dım...
17:19
Gönderen: Erdal
Bir sorunu çok kafasına takınca zor durumlara düşüyor insan. Yanlış yerlerde çözüm ararken, çözülmesi gereken diğer sorunları kaçırıyor gözünden. Tünel görüşü diye mi, at gözlüğü diye mi tanımlarsınız bilmem ama durum bu işte. Dikkat etmek lazım!
Ah Google, sen yok musun.
11:48
Gönderen: Erdal
Google gerek doodleları gerek farklı easter eggleriyle kullanıcılarının yüzlerine ufak bir gülümseme kondurmaya devam ediyor. Son icraatları Starcraft sevenler için. Starcraft'ta en çok kullanılan, en sinir bozucu taktiklerden biri olan "zergling rush" temalı bir easter egg var karşımızda.
Şimdi gidin google'a "zergling rush" yazın sonra arama sonuçlarınızı savunmaya koyulun.
Şimdi gidin google'a "zergling rush" yazın sonra arama sonuçlarınızı savunmaya koyulun.
Dünya'nın en iyi reklamı
02:30
Gönderen: Erdal
Kesinlikle karşılaştığım en etkileyici ve eğlenceli reklam.
Regular Show
02:40
Gönderen: Erdal
Hakkında çok şey yazılmasını hak eden inanılmaz bir çizgi dizi...
Daha detaylı bir yazıyı sonra yazacağım. Durup durup ertelememek için bunu yazdım ki, boşluğu görünce belki sinirim bozulur da yazmak zorunda hissederim kendimi.
Siz de bu arada merak ettiyseniz, izleyip bir fikir edinebilirsiniz.
Kimim ben?
21:02
Gönderen: Erdal
Ya ben işte böyle...şimdi, ne bileyim...hani şunu severim, bunu da ehm...ya düşündüm de, bazen olur ya...şunu sevmem de, böyle hissederim...kabataş erkek lisesi falan...bzzzztt
Yahu abicim neden bu kadar zor her şey. Kendimi doğru düzgün ifade edecek, aklımdan geçenleri süper biçimde karşımdakine ifade edebilecek yetiyi neden her zaman, özellikle de gerektiği zamanlarda, kullanamıyorum? Neden bu beyin her zaman aynı kapasitede çalışmıyor yahu? Sonra gel de sıradan olmaktan şikayet et. Kendini sattıracak şeyleri hayatında belirleyip, karşı tarafın gözüne gözüne sokmazsan tabii ki de sıradan olursun. Şu yazıya bak mesela, "ne lan bu?" ekrana da dökemedim...pfff...
Yahu abicim neden bu kadar zor her şey. Kendimi doğru düzgün ifade edecek, aklımdan geçenleri süper biçimde karşımdakine ifade edebilecek yetiyi neden her zaman, özellikle de gerektiği zamanlarda, kullanamıyorum? Neden bu beyin her zaman aynı kapasitede çalışmıyor yahu? Sonra gel de sıradan olmaktan şikayet et. Kendini sattıracak şeyleri hayatında belirleyip, karşı tarafın gözüne gözüne sokmazsan tabii ki de sıradan olursun. Şu yazıya bak mesela, "ne lan bu?" ekrana da dökemedim...pfff...
İçindeki hipster çıksın ortaya...
02:01
Gönderen: Erdal
Uzunca bir süredir bloga bir şeyler yazamıyorum, çünkü yazma isteğimi kaybetmiştim. Bunun nedeni de son zamanlarda hayatımda gerçekten zevk aldığım; hakkında kafa yormak, araştırma yapmak istediğim şeyler olmamasıydı. Bunu iyice analiz edip, kendim hakkında uzun uzun yazabilirim; ama şimdi "Abi ben şöyle bir adamım...", "Şundan dolayı bunu, bundan dolayı onu yapıyorum..." gibi muhabbetlerle kendi reklamımı yapıyormuş triplerine girmek istemediğimden bu aralar ilgimi çeken bir konuyla ilgili yazacağım.
Nedir bu konu?
Yeni keşfettiğim bir dizi efendim. Portlandia isimli, tanım yapmak gerekirse: Portland ütopyasında günlük hayattaki insanların garipliklerini absürd bir biçimde karşımıza çıkaran ufak skeçlerden oluşan, hoş bir komedi dizisi hakkında yazacağım.
Peki neden bu dizi?
Dizinin tanıtımını "ders çalışmamak için yapılan anlamsız hareketler" klişesini gerçekleştirmekle meşgulken Collegehumor'da gördüm. Bir an ilgimi çekti ve çerez gibi bütün bölümlerini birden izledim.
Zaten süresi kısa, bölüm sayısı az bir dizi. Her neyse. Espriler, karakterler ve atmosfer çok hoşuma gitti; sınavların bitmesiyle oluşan boş zamanda da iyice sardım diziye.
Dizi bir kent dizisi. Genel olarak kentin dizide bir oyuncuya dönüşmesi durumu benim çok hoşuma gider. Çünkü hayali karakterlerin yaşadığı hayatları, gerçekliğe bağlayan kalın bir ip görevi görüyor şehirler. Dolayısıyla insan bu hayali dünyayı gözünde daha bir başka canlandırmaya başlıyor. Örneğin; üniversite gençliğinin klişe dizisi How I Met Your Mother izlenirken, o hayali karakterlerin hayatımızda pek yaşayamadığımız, kurgulanmış, mükemmel mutluluk tabloları New York şehriyle harmanlanıyor. Böylikle New York şehri bir ütopya halini alıyor. Tabii ki burada şehrin karakterinin de büyük önemi var. Yönetmenlerin incelemeleriyle karşımıza çıkan New York tablosu hoşumuza gidiyor ve böyle bir bağlılık da kazanıyoruz. Bu durum sadece dizilerde değil tabii ki, çevrenizdeki İstanbul, İzmir, Ankara aşıklarını hatta özelleştirip semt aşıklarını (Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka gibi) düşünürseniz demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. İşte bu dizimizde de bir Portland ütopyası söz konusu. Yönetmen Jonathan Krisel, oyuncular Fred Armisen ve Carrie Brownstein'in gözünde oluşan bir Portland tablosu seriliyor önümüze. Bu nedenle her ne kadar başroller Carrie ve Fred olarak görünse de Portland'ın da bu ikili kadar başrolde olduğunu diziyi izlerken farkediyorsunuz.
Dizide Portland, son günlerde Okan Bayülgen sayesinde yaşıtlarımızı da kasıp kavuran "90'lar" nostaljisi ile yazarlarımızın yaşadıkları harmanlanıp gözlerimiz önüne mizah çerçevesinde sunuluyor. Böyle, absürd anılar ve tespitler ile yapılan mizah gerçekten çok etkili bir tür. Gözlemlediğim en içten kahkahalar bu tip öğeler sayesinde ortaya çıkıyor. Ancak burada kültür faktörü çok önemli, diziye biraz indie ve hipster tabir edebileceğimiz bir akım hakim. Her yerde hipsterlar görüp rahatsız olmanız mümkün. Bu nedenle, eğer hipsterlardan pek hazzetmiyorsanız yazının gerisini okumayabilirsiniz; çünkü dizi bunlarla dolu. Tespit mizahındaki kültür öğesini kavramak için Cem Yılmaz, Ata Demirer gibi komedi ustalarını izlemeniz yeterli. Tabii gençlik arasında bir ilah durumunda olan Umut Sarıkaya'yı ve diğer değerli mizahçılarımızı da unutmamak lazım. Size bir de bu konuyla ilgili Şafak Sezer örneğini vermek istiyorum. Şafak Sezer benim pek sevmediğim, burun kıvırdığım tipte bir komedi anlayışına sahip bir adamdı. Kendisini pek sevmez, mizahını beğenmezdim. Ta ki, oda arkadaşımın bu adamın mizahına yarıla yarıla gülmesi ve bana bunun nedenini açıklamasına kadar. Şafak Sezer'in yarattığı, bu benim hoşuma gitmeyen karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını düşününce bendeki Şafak Sezer fobisi yok oldu. Çünkü eskiden bu karakterler bana çok gerçek dışı geliyor ve bu yapaylık beni uzaklaştırıyordu, oradaki kültürü keşfedince mizah ve kahkaha da yanında geldi. Portlandia'da da bahsettiğim gibi genel olarak indie kültürünü göz önüne almanız gerekiyor biraz gülebilmek için. Tabii bu konuda sıkı sıkıya bir bağlılık yok. Karakterler falan tamamen bu kültürün dışında, gündelik insanların absürdleştirilmiş halleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu yüzden beğenebilirsiniz de, tam olarak bilemedim şimdi.
Dizide ayrıca hayranlık uyandırıcı bir samimiyet söz konusu. Skeçlerdeki bu samimi hava konuk oyuncular ve pasif oyuncular(figürasyon) sayesinde pekişerek etkileyici bir atmosfer oluşturuyor. Bir de yaratıcılık penceresi var tabii ki. Steve Buscemi, Edward James Olmos gibi birçok büyük oyuncu ve sanatçıların katılımı, dizideki rahat ortam ve yaratılan samimi atmosferin birleşimi çok çekici.
Son olarak Carrie Brownstein'e bir parantez açmak istiyorum. Diziye bağlanma sebeplerimin başında geliyor kendisi. Sesi, görüntüsü ve hareketleriyle kendini çok sevdirdi bana. Müzikal karakterindeki gibi o punk havasını diziye yansıtışı ve Fred Armisen ile uyumu müthiş. Bu ikili arasında özellikle çok garip bir ilişki var, Edi ile Büdü gibi mükemmeller. Bu karmaşık ilişki ve uyumun da diziye katkısı inanılmaz bir düzeyde.
Uzun zaman sonra ilk blog girdimi yazdıracak kadar beni etkileyen bu dizi, genel olarak böyle işte. İlginizi çektiyse kısa zamanda izlemeye başlayın, pişman olmayacaksınız. Yayınlaya basmadan önce sizleri Carrie ve grubu Sleater-Kinney ile baş başa bırakıyorum:
Nedir bu konu?
Yeni keşfettiğim bir dizi efendim. Portlandia isimli, tanım yapmak gerekirse: Portland ütopyasında günlük hayattaki insanların garipliklerini absürd bir biçimde karşımıza çıkaran ufak skeçlerden oluşan, hoş bir komedi dizisi hakkında yazacağım.
Peki neden bu dizi?
Dizinin tanıtımını "ders çalışmamak için yapılan anlamsız hareketler" klişesini gerçekleştirmekle meşgulken Collegehumor'da gördüm. Bir an ilgimi çekti ve çerez gibi bütün bölümlerini birden izledim.
Zaten süresi kısa, bölüm sayısı az bir dizi. Her neyse. Espriler, karakterler ve atmosfer çok hoşuma gitti; sınavların bitmesiyle oluşan boş zamanda da iyice sardım diziye.
Dizi bir kent dizisi. Genel olarak kentin dizide bir oyuncuya dönüşmesi durumu benim çok hoşuma gider. Çünkü hayali karakterlerin yaşadığı hayatları, gerçekliğe bağlayan kalın bir ip görevi görüyor şehirler. Dolayısıyla insan bu hayali dünyayı gözünde daha bir başka canlandırmaya başlıyor. Örneğin; üniversite gençliğinin klişe dizisi How I Met Your Mother izlenirken, o hayali karakterlerin hayatımızda pek yaşayamadığımız, kurgulanmış, mükemmel mutluluk tabloları New York şehriyle harmanlanıyor. Böylikle New York şehri bir ütopya halini alıyor. Tabii ki burada şehrin karakterinin de büyük önemi var. Yönetmenlerin incelemeleriyle karşımıza çıkan New York tablosu hoşumuza gidiyor ve böyle bir bağlılık da kazanıyoruz. Bu durum sadece dizilerde değil tabii ki, çevrenizdeki İstanbul, İzmir, Ankara aşıklarını hatta özelleştirip semt aşıklarını (Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka gibi) düşünürseniz demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. İşte bu dizimizde de bir Portland ütopyası söz konusu. Yönetmen Jonathan Krisel, oyuncular Fred Armisen ve Carrie Brownstein'in gözünde oluşan bir Portland tablosu seriliyor önümüze. Bu nedenle her ne kadar başroller Carrie ve Fred olarak görünse de Portland'ın da bu ikili kadar başrolde olduğunu diziyi izlerken farkediyorsunuz.
Dizide Portland, son günlerde Okan Bayülgen sayesinde yaşıtlarımızı da kasıp kavuran "90'lar" nostaljisi ile yazarlarımızın yaşadıkları harmanlanıp gözlerimiz önüne mizah çerçevesinde sunuluyor. Böyle, absürd anılar ve tespitler ile yapılan mizah gerçekten çok etkili bir tür. Gözlemlediğim en içten kahkahalar bu tip öğeler sayesinde ortaya çıkıyor. Ancak burada kültür faktörü çok önemli, diziye biraz indie ve hipster tabir edebileceğimiz bir akım hakim. Her yerde hipsterlar görüp rahatsız olmanız mümkün. Bu nedenle, eğer hipsterlardan pek hazzetmiyorsanız yazının gerisini okumayabilirsiniz; çünkü dizi bunlarla dolu. Tespit mizahındaki kültür öğesini kavramak için Cem Yılmaz, Ata Demirer gibi komedi ustalarını izlemeniz yeterli. Tabii gençlik arasında bir ilah durumunda olan Umut Sarıkaya'yı ve diğer değerli mizahçılarımızı da unutmamak lazım. Size bir de bu konuyla ilgili Şafak Sezer örneğini vermek istiyorum. Şafak Sezer benim pek sevmediğim, burun kıvırdığım tipte bir komedi anlayışına sahip bir adamdı. Kendisini pek sevmez, mizahını beğenmezdim. Ta ki, oda arkadaşımın bu adamın mizahına yarıla yarıla gülmesi ve bana bunun nedenini açıklamasına kadar. Şafak Sezer'in yarattığı, bu benim hoşuma gitmeyen karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını düşününce bendeki Şafak Sezer fobisi yok oldu. Çünkü eskiden bu karakterler bana çok gerçek dışı geliyor ve bu yapaylık beni uzaklaştırıyordu, oradaki kültürü keşfedince mizah ve kahkaha da yanında geldi. Portlandia'da da bahsettiğim gibi genel olarak indie kültürünü göz önüne almanız gerekiyor biraz gülebilmek için. Tabii bu konuda sıkı sıkıya bir bağlılık yok. Karakterler falan tamamen bu kültürün dışında, gündelik insanların absürdleştirilmiş halleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu yüzden beğenebilirsiniz de, tam olarak bilemedim şimdi.
Dizide ayrıca hayranlık uyandırıcı bir samimiyet söz konusu. Skeçlerdeki bu samimi hava konuk oyuncular ve pasif oyuncular(figürasyon) sayesinde pekişerek etkileyici bir atmosfer oluşturuyor. Bir de yaratıcılık penceresi var tabii ki. Steve Buscemi, Edward James Olmos gibi birçok büyük oyuncu ve sanatçıların katılımı, dizideki rahat ortam ve yaratılan samimi atmosferin birleşimi çok çekici.
Son olarak Carrie Brownstein'e bir parantez açmak istiyorum. Diziye bağlanma sebeplerimin başında geliyor kendisi. Sesi, görüntüsü ve hareketleriyle kendini çok sevdirdi bana. Müzikal karakterindeki gibi o punk havasını diziye yansıtışı ve Fred Armisen ile uyumu müthiş. Bu ikili arasında özellikle çok garip bir ilişki var, Edi ile Büdü gibi mükemmeller. Bu karmaşık ilişki ve uyumun da diziye katkısı inanılmaz bir düzeyde.
Uzun zaman sonra ilk blog girdimi yazdıracak kadar beni etkileyen bu dizi, genel olarak böyle işte. İlginizi çektiyse kısa zamanda izlemeye başlayın, pişman olmayacaksınız. Yayınlaya basmadan önce sizleri Carrie ve grubu Sleater-Kinney ile baş başa bırakıyorum:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)