İçindeki hipster çıksın ortaya...

Uzunca bir süredir bloga bir şeyler yazamıyorum, çünkü yazma isteğimi kaybetmiştim. Bunun nedeni de son zamanlarda hayatımda gerçekten zevk aldığım; hakkında kafa yormak, araştırma yapmak istediğim şeyler olmamasıydı. Bunu iyice analiz edip, kendim hakkında uzun uzun yazabilirim; ama şimdi "Abi ben şöyle bir adamım...", "Şundan dolayı bunu, bundan dolayı onu yapıyorum..." gibi muhabbetlerle kendi reklamımı yapıyormuş triplerine girmek istemediğimden bu aralar ilgimi çeken bir konuyla ilgili yazacağım.

Nedir bu konu?
Yeni keşfettiğim bir dizi efendim. Portlandia isimli, tanım yapmak gerekirse: Portland ütopyasında günlük hayattaki insanların garipliklerini absürd bir biçimde karşımıza çıkaran ufak skeçlerden oluşan, hoş bir komedi dizisi hakkında yazacağım.

Peki neden bu dizi?
Dizinin tanıtımını "ders çalışmamak için yapılan anlamsız hareketler" klişesini gerçekleştirmekle meşgulken Collegehumor'da gördüm. Bir an ilgimi çekti ve çerez gibi bütün bölümlerini birden izledim.
Zaten süresi kısa, bölüm sayısı az bir dizi. Her neyse. Espriler, karakterler ve atmosfer çok hoşuma gitti; sınavların bitmesiyle oluşan boş zamanda da iyice sardım diziye.



Dizi bir kent dizisi. Genel olarak kentin dizide bir oyuncuya dönüşmesi durumu benim çok hoşuma gider. Çünkü hayali karakterlerin yaşadığı hayatları, gerçekliğe bağlayan kalın bir ip görevi görüyor şehirler. Dolayısıyla insan bu hayali dünyayı gözünde daha bir başka canlandırmaya başlıyor. Örneğin; üniversite gençliğinin klişe dizisi How I Met Your Mother izlenirken, o hayali karakterlerin hayatımızda pek yaşayamadığımız, kurgulanmış, mükemmel mutluluk tabloları New York şehriyle harmanlanıyor. Böylikle New York şehri bir ütopya halini alıyor. Tabii ki burada şehrin karakterinin de büyük önemi var. Yönetmenlerin incelemeleriyle karşımıza çıkan New York tablosu hoşumuza gidiyor ve böyle bir bağlılık da kazanıyoruz. Bu durum sadece dizilerde değil tabii ki, çevrenizdeki İstanbul, İzmir, Ankara aşıklarını hatta özelleştirip semt aşıklarını (Beşiktaş, Kadıköy, Karşıyaka gibi) düşünürseniz demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. İşte bu dizimizde de bir Portland ütopyası söz konusu. Yönetmen Jonathan Krisel, oyuncular Fred Armisen ve Carrie Brownstein'in gözünde oluşan bir Portland tablosu seriliyor önümüze. Bu nedenle her ne kadar başroller Carrie ve Fred olarak görünse de Portland'ın da bu ikili kadar başrolde olduğunu diziyi izlerken farkediyorsunuz.

Dizide Portland, son günlerde Okan Bayülgen sayesinde yaşıtlarımızı da kasıp kavuran "90'lar" nostaljisi ile yazarlarımızın yaşadıkları harmanlanıp gözlerimiz önüne mizah çerçevesinde sunuluyor. Böyle, absürd anılar ve tespitler ile yapılan mizah gerçekten çok etkili bir tür. Gözlemlediğim en içten kahkahalar bu tip öğeler sayesinde ortaya çıkıyor. Ancak burada kültür faktörü çok önemli, diziye biraz indie ve hipster tabir edebileceğimiz bir akım hakim. Her yerde hipsterlar görüp rahatsız olmanız mümkün. Bu nedenle, eğer hipsterlardan pek hazzetmiyorsanız yazının gerisini okumayabilirsiniz; çünkü dizi bunlarla dolu. Tespit mizahındaki kültür öğesini kavramak için Cem Yılmaz, Ata Demirer gibi komedi ustalarını izlemeniz yeterli. Tabii gençlik arasında bir ilah durumunda olan Umut Sarıkaya'yı ve diğer değerli mizahçılarımızı da unutmamak lazım. Size bir de bu konuyla ilgili Şafak Sezer örneğini vermek istiyorum. Şafak Sezer benim pek sevmediğim, burun kıvırdığım tipte bir komedi anlayışına sahip bir adamdı. Kendisini pek sevmez, mizahını beğenmezdim. Ta ki, oda arkadaşımın bu adamın mizahına yarıla yarıla gülmesi ve bana bunun nedenini açıklamasına kadar. Şafak Sezer'in yarattığı, bu benim hoşuma gitmeyen karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarını düşününce bendeki Şafak Sezer fobisi yok oldu. Çünkü eskiden bu karakterler bana çok gerçek dışı geliyor ve bu yapaylık beni uzaklaştırıyordu, oradaki kültürü keşfedince mizah ve kahkaha da yanında geldi. Portlandia'da da bahsettiğim gibi genel olarak indie kültürünü göz önüne almanız gerekiyor biraz gülebilmek için. Tabii bu konuda sıkı sıkıya bir bağlılık yok. Karakterler falan tamamen bu kültürün dışında, gündelik insanların absürdleştirilmiş halleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu yüzden beğenebilirsiniz de, tam olarak bilemedim şimdi.

Dizide ayrıca hayranlık uyandırıcı bir samimiyet söz konusu. Skeçlerdeki bu samimi hava konuk oyuncular ve pasif oyuncular(figürasyon) sayesinde pekişerek etkileyici bir atmosfer oluşturuyor. Bir de yaratıcılık penceresi var tabii ki. Steve Buscemi, Edward James Olmos gibi birçok büyük oyuncu ve sanatçıların katılımı, dizideki rahat ortam ve yaratılan samimi atmosferin birleşimi çok çekici.

Son olarak Carrie Brownstein'e bir parantez açmak istiyorum. Diziye bağlanma sebeplerimin başında geliyor kendisi. Sesi, görüntüsü ve hareketleriyle kendini çok sevdirdi bana. Müzikal karakterindeki gibi o punk havasını diziye yansıtışı ve Fred Armisen ile uyumu müthiş. Bu ikili arasında özellikle çok garip bir ilişki var, Edi ile Büdü gibi mükemmeller. Bu karmaşık ilişki ve uyumun da diziye katkısı inanılmaz bir düzeyde.

Uzun zaman sonra ilk blog girdimi yazdıracak kadar beni etkileyen bu dizi, genel olarak böyle işte. İlginizi çektiyse kısa zamanda izlemeye başlayın, pişman olmayacaksınız. Yayınlaya basmadan önce sizleri Carrie ve grubu Sleater-Kinney ile baş başa bırakıyorum:

*************************************************************************************